Yazar : Unknown 17 Kasım 2013 Pazar



Batının bu ibret verici çöküş çığırını topyekûn doğru ve özel ifadesiyle İslam ülkeleri üzerinde ciddi tesirler bırakmıştır.
İslam toplumu tarihsel iç ve dış nedenlerle bugün tam bir deforme haline gelmiş veya getirilmiştir. İfadeye dikkat edersek İslam’ın en ulu aziz ve mükemmel bir din bir yaşam nizamı olarak bütün yenilik sağlamlık ve tazeliğiyle var olduğunu fakat İslam toplumunun bu ana kaynaktan uzaklaşmaları ve Allah’ın ipini bırakmaları sonunda üzücü bir deforme uğradıklarını anlarız. O halde yıkılan ve çöken İslam dini değil İslam topluluklarıdır. Konuyu ele almadan birkaç kelimeyle ifade edelim ki reform yapmak gibi batı taklitçisi geri ve sapık teklifler maalesef ileri sürülüyor ve bunlar kontrolsüz bir terkin içinde devam ettirilmek isteniyor. Yenileri yüksek ve sağlam vasıflı bir nesnenin reformu geriliğe iptidailiğe, alçaklığa ve çürümeye doğru olabilir. İslam dini prensip kitap tebliği metodoloji ve tatbik gücü itibarıyla bozulmadığına göre reforma tabi tutulamaz. Bu şartlarda reformu teklif edenlere biz “çağ dışı, yobaz ve geri insan” nazarıyla bakarız. Buna karşılık samimi ve gerçek bir aydın bize bozulan İslam toplumunun halini örnek gösterir ve bozulan toplumun reformunun İslam kültürü ile yapılmasını isterse biz mutlak anında inkılapçı, ileri ve doğru olan bu görüşün yanında yer almakla şeref kazanırız. İslam âlemindeki çöküş batıda incelememizi başlattığımız 1450 tarihine göre üç ayrı karakter ifade eder. Daha öncede belirtilmiştir. Küfür ve inkârı sıfır noktası kabul edersek barı 1450’den bu yana devamlı sıfırın altında kof kemiyet yükselişi göstermiştir. Bu ise devamlı bir (…….) ifadesidir. Mutlak müspeti 100 derece kabul edersek İslam âlemi çöküş döneminde sıfıra doğru hem kemiyet ve hem de keyfiyette bir düşüş göstermiştir.
BİRİNCİ SAFHA: Şahsiyetini koruma ve hücum devresi;
Osmanlı imparatorluğunun yükselme devri genel çizgileriyle şahsiyet ve hücum dönemidir. Kanuni Sultan Süleyman ile en geniş sınırlara ve en yüksek potansiyele erişen bu kültür akımı, aynı padişah zamanında batı mikrobuyla ilk etki tepki ilişkisine girmiştir. Batının bozuk toplum nizamı ile ilk tanışma ve bu anlamda çöküşün ilk alametleri bir safha içerisindedir. Nitekim bu tarihten sonra büyük Osmanlı şahsiyeti edası, 1839’a kadar inen bir seri facialarla yıpranmıştır.
İKİNCİ SAFHA: Batı karşısında “Nötr” gözüken politika;
Mikrop bünyede faaliyete başlamıştır. Batı âlemine karşı tahlil ve terkipten yoksun gizli bir hayranlık, güdüsü kadronun şahsiyetsizleşmesi dönemi bu safhanın ayırıcı özelliğidir. Devlet idaresinin bozulması savaşlarda mağlup olan ordunun kendi beynine saldırması, iç isyanlar adaletsizlikler ilim ve kültürde gerileyiş, İslam’ı bütün madde ve mana planıyla temsil edemeyiş ve bunlara ilave edilebilecek diğer iç ve dış nedenlerle zayıf düşen bünyenin idare kadrosu batının kof kemiyet yükselişi içindeki manevi çöküşünü göremeden teknik üstünlüğü medeniyet zan etmeğe başlamıştır. Çok geçmeden kendi (……….) ki ve geriliklerini İslam’a bağlı olmaktan doğan bir zaaf kabul etmeğe başlayan bu kadro, halk ile aydın arasındaki korkunç ayrılığın, o günden bu güne kadar gittikçe artan bir kutuplaşmanın boş üreticisi durumundadır.
Tanzimat bu kadronun eseridir. Dinsizlik, köksüzlük, masonluk, maymun varı taklitçilik, ahlaksızlık, cehalet bu kadronun marifetidir. Nihayet 1918’e gelinceye kadar ki, ulusal faciaların, sosyal tefessüh ve siyasal bozgunun tek müsebbibiiletli bir ruh yapısı gösteren bu kadrodur. Genel akış içinde mahkûm mevkiindeki bu kadroyu son yüz senenin en büyük mazlumu olan 2. Abdülhamit Han’a ihanet etmişler kadrosu olarak tespit etmek yeterli gelecektir.
ÜÇÜNCÜ SAFHA: Batılılaşmak iddialarının zahiri galibiyet dönemi;
Batı, siyasal başarılarını bir kültür emperyalizmine kolayca bağlayabilmiştir. Kendi ciğerinde sakladığı verem mikrobu ile başkalarını da hasta etmek gibi hastalıklı bir ruh haliyle harekete geçen batı İslam âlemini de kendine saylavlık eden ayanları bulmakta gecikmedi Tanzimat veya ittihat terakki arttığı fikirlerle topyekûn İslam toplumunu hedef aldı Rönesans ve reform hayranlığı 1918’den beri İslam dünyasını tehdit etmek dedir. İslam batının geri ve ilim dışı dinlerine benzetilmek ve bunlara karşı girişilen Reformist hareketlere benzer. Toplum hareketinin meydana getirilmesi istenmektedir. Manayı ihmal eden bir maddi ilerleme sloganı teknik ve müspet ilim kavramlarında dondurulan dogmatik ve yanlış anlayıştır, bu dönemde kendini göstermiştir. Bu üçüncü safhanın ayırıcı özelliklerinden birisi de genellikle İslam ülkeleri de ortaya çıkarılan laikleşme hareketidir. Bu hareket fikirsel menşeini Tevrat prensiplerinden alır. Yahudi elinde bozulmuş bu prensipler “sadece dünyaya ait ilişkilere dayandığı ve manevi değerlere yer vermediği için aynı zamanda laiktir. Onların (Yahudilerin) amacı bu laik felsefe etrafında Dünyanın birleşmesidir. Bu nedenden dolayı dünya bankalarının matbuatın ve ajansların ve bütün propaganda organlarının hâkimleri, bütün ulusları laik düzen içine itmeye laikliği dinin yerine geçirmeye çalışmaktadırlar. Laikliği resmen kabul eden ülkelerde o ülke halkının dinleri gayri resmikabul edilmiştir. Fransa da laikliği kuvvetle müdafaa eden komünist-sosyalist ve radikallerdir. Tam anlamıyla laik bir eğitimle öğretim sistemi uygulayan ülkeler arasında komünist blok devletleri de bulunmaktadır. Bunların anlayışına göre:
“1-(Lâisizm doğaya dönüş insanlar tarafından icat edildiği ileri sürülen ve tabii hukuka ayrılığı iddia edilen konulardan ve dini ilgilerden kurtuluştur. Çünkü doğada din, devlet, kanun, ahlak gibi şeyler yoktur.
2-) Lâisizm, aklın, vicdanın baskısından kurtulması, hürriyete kavuşması;
3-) Lâisizm, tabii felsefenin manevi inancı ortadan kaldırma mücadelesi;
4-) Lâisizm, (…….) (Yahudiliği) insanlığın dini yahova’yı beşeriyetin Allah’ı haline getirmek isteyenlerin sosyal ve siyasal taktiğidir.
5-) Lâisizm, dinin yerine felsefeyi koyma gayretidir.
6-) Lâisizm din işi ile dünya işinin birbirinden ayrılmasıdır ’ki bu tarif kapalı bir tariftir.
7-) Lâisizm, dinin (Maneviyata dayanan dinlerin) siyasal açıdan ilgasıdır.” (14)
İslam âlemindeki çöküşü ifade eden üçüncü safhada kontrolsüz batı fikirlerinin olduğu gibi kabul ve taklit eden ülkelerdeki kopyacılık ve bu ülkeler için ayrı bir felaket olmuştur. İnsanlığın, İslam toplumunun ve tek tek ulusal topluluklarca bir yığın inceleme ve tahlile muhtaç problemleri mevcutken ilimsel çevreler ve üniversiteler kendilerini batı kültürünün nakil ve taşıyıcısı, kabul ederek batı nazariyeleri (örneğin; Darwin’in görüşleri, Freud’u, Marx’ismi) mutlak hakikatmiş gibi kabullenerek, İslam ülkelerinde çöküşün ana öğelerinden biri haline gelmiştir.
Tarihsel maddeciklerin doğuşu, mason localarının etkileri ve sinsi çalışmalarına karşı tedbirlerin alınmaması, sanayileşme hevesleri ve bu hareketin peşinden gelen problemler, köyden şehirlere akın, asayişin bozuluşu, eğlence, fuhuş, lüks hayat özentileri, para hırsı, sınıf kavgalarına itilip kadının topluma çıkışı, gençlik krizleri, basın, radyo, sinema ve Tiyatro’nun tam ihanet dönemi sokak mitingleri, bozuk düzen tartışmaları, boykotlar, işgaller, grevler 1918-1980 arası devrenin en çarpıcı özellikleri halinde gözlerimizin önündedir. Buraya kadar olan tespit ve incelememizin ne derece isabetli olduğunu ilimsel bir baş makaleden iktibas edeceğimiz aşağıdaki parçalarla kontrol edelim “… Alman şarkiyat âlimi C. Brockelmann, Türklerin şerefli mazi ve kültürlerini tasfiyeye uğraşmaları nedenini bir türlü anlamadığını söylüyordu. İngiliz tarih felsefecisi A. Toynbee, maddenin sukutuna kapılan beşeriyetini, kurtarmak ve o medeniyeti dirilmek maksadı ile insanlığı yükselten binlerce yıllık tarihsel ve manevi değerlere eski kudretini vermek, madde-ruh dengesini bulmak fikrini savunuyor; Bu büyük gaye için İslam dünyasına ve İslam medeniyetinde müracaat lüzumunu duyuyor,  fakat, A. Toynbee İslam dünyasında bir birine zıt iki cereyanında medeniyet bakımından zararlı olduğuna işaret eder. Bunlardan biri Avrupa tesirinden korkarak kabuğuna kapanan cereyan olup bazı Arap ülkelerinde medeniyetin bu surette fosilleşmesi olayı meydana gelmektedir. Diğerine de tamamı ile kaburgadan fırlayıp taklit ile Avrupa’nın arkasından koşan Türkiye’yi örnek olarak gösterir. Bu iki cereyanın temsilcileri, ne kendi kültür varlıklarına ne de medeniyetin yükselmesine hizmet edemezler.
… Türklerin Avrupa ile kültürel ilişkileri ve siyasal iş birliği yapmaları ne kadar normal ise Avrupalı olabilmek hevesi ile yüzeysel ve garip taklitlere sapmalarında o derece gülünç ve tehlikeli olmuştur. Gerçekten de tarihinde üstünlük duygusu ve vakarı ile meşhur olan bir ulusun aydınları bu basit taklit ’in kurbanı olarak kendi kültür ahlak ve mefkûrelerini sarstıktan sonra fikir kısırlığına düşmüşler, yaratıcı kabiliyetlerini ve şahsiyetlerini kaybederek ulusal varlığı da tahribe koyulup zararlı olmaya başlamışlardır. Türklerin bu türlü bir, Avrupalılaşma hevesleri bazen de Avrupa da hayret ve alaylarla karşılanmış, bilhassa Avrupa konseyine ve müşterek pazarına girme teşebbüsleri bu gibi alaylara fırsat vermiştir. Nitekim birkaç yıl önce (o günün tarihi ile) “The Economist” dergisi Türklerin müşterek Pazar konusunda açık bir bilgileri olmadığını söyler ve bir Türk iktisatçısına bu girişin nedenini sorar. Mesul iktisatçı “Biz yüzyıldan beri Avrupalılaşmaya çalışıyoruz. Bu yeterli bir nedendir.” Yanıtını verir. Bu yanıtı “Dikkate sayan” olduğunu kaydettikten sonra Türklerin Avrupa’nın birleştirilmesinde “Hollandalılara ve Almanlara galip geleceklerini” Avrupa konseyinde en hareketli destekçiler arasında bulunduklarını belirten zarif alayını yapar ve “Türkler orta Asya’dan ayrıldıklarından beri hep batıya yönelmişlerdir.
Ortak pazarda manevi sığınaklarını bulacaklar. “Cümlesi ile sözünü bitirir.” (15)
İçinde bulunduğumuz teknolojik çağın, tarihsel akışı içinden getirdiği en büyük problemi DÜNYA’NIN SONU HAYAL OLMAYAN BİR YIKILIŞA VE ÇÖKÜŞE DOĞRU GİDERKEN KENDİNİ NASIL KURTARABİLECEĞİ sorusudur.

Yorum Yap

RSS | RSS Yorumlar

Copyright © Eğitim Dünyasının Yeni Yüzü - MT2Dosyalar - TR DersHocam - Türkcelestirme AhmetZekiTasgar