- Anasayfa »
- Din , Makalelerimiz »
- Çağımızın Problemleri ve İslâm
Yazar : Unknown
17 Kasım 2013 Pazar
GİRİŞ
Dünya, bugünkü
haliyle problemler kümesi… Var olduğu andan, yok olacağı saate kadar, birbirine
bağlı sayısız sebep-netice(neden-sonuç) zinciri içinde insanlığın kaderi
oluşuyor. İlahi kalem, bu kör-düğümün, çözüm noktalarını ifşâ ediyor ama insanoğlu problemlerin fasit dairesi içinde
dönmeye ve bu sarhoşlukta teselli bulmaya takip gibi…
Politika iflas etmek üzere… İktisadın acı konuları, balmumu
gibi ezip büyüyor. Sosyal yaşantı kaynayan bir kazan. İdeolojiler, sert fikir
kelepçeleri halinde insanoğlunun beyaini karıştırıyor. Fikrin ve soylu inancın
bu cehennem toplumunda yeri yokmuş gibi… Tüm insanlık ideolojik kalıplarda
dondurulmak, makine adamlar toplumu olmak tehlikesiyle karşı-karşıyadır.
Fonksiyonu unutulan müessir(ruh) ve onun müstesna cilveleridir. Bu cehennemi
tabloya sükûn rengi olan yeşilin her tonuna boyamak, (Ruhun) ve onun bütün
gerçeklerine inananların ödevidir…
Çelik şakırtıları, canavar düdükleri fabrika hortumları,
makine gürültüsü içinde, bir sis gibi akan insanların, problemleri şüphesiz ki,
bu küçük inceleme eserinden ibaret değildir. Bu “inceleme” de yapılan, düşünce
projektörünü, sisli çağımızın içine çevirmek ve bu ışık huzmesini gören
“problem” figürlerini ana hatlarıyla tespit etmekten ibarettir. “Çağımızın problemleri ve İslam”
başlıklı incelememiz bu espri içinde değerlendirilmemelidir.
Giriş mahiyetinde de olsa, şu birkaç ana hususa değinmek
gereklidir. Kanaatimce… Nasıl bir dünyada yaşıyoruz? Çağdaş toplum bunalımı…
Çağımızın problemlerinin çıkışı ve temeli…
Önce Yesevizâdenin son kitabına ad olarak seçtiği şu soruya
yanıt vermeli… Nasıl bir dünyada yaşıyoruz?..
Sadece gösterilene bakmaya alışan gözler; kendisine
gösterilmeyeni, gösterilmek istenmeyeni de arayıp bulmaya, insan ve Müslüman
olma şuurunu yakalamaya çalışmalıdır. Yalnızca düşünen gören veya görmek
isteyen insanların değil bizatihi “düşünce”nin ve “görüş”ün dahi uzak ufuklarda
kaybolmaya yüz-tuttuğu bir ortamda bu soru başlı başına bir “şahsiyet” ölçüsünü
taşımaktadır.
Çünkü bu soru “nasıl yaşıyoruz?”, “nasıl bir dünyada ve
nasıl yaşamalıyız? Gibi temel düşünce parıltılarını yansıtmaktadır. Sadece bu
soruyu sorabilmek dahi bugün, fizik, psişik ve zihinsel dünyamızı karartmaya
çalışan ahlak-namus ve vicdan fukarası siyon gardiyanlarının farkına varmak
demektir…!
Yesevizâde kitabına ilk satırlarında şöyle diyor: “Günümüz
dünyası yaşadığımız dünya nasıl bir dünyadır? Bu dünyada biz Müslümanların
mevkii nedir? Dünyamız nereye gitmektedir? Bugünkü dünyanın problemleri
nelerdir? Dünyanın gidişatını kimler tayin etmektedir?” ve ilave ediyor:
“bunları bileceğiniz ki dünyayı değiştirmenin yolunu da bulalım.”
Evet… Demek ki; işin ilk koşulu doğru teşhis??? İkinci
koşulu doğru ilaç!!!.. Ve üçüncü koşulu da doğru tedavi.. Buradan yola çıkarak
diyoruz ki, dünyamızın her sahadaki ve genel rahatsızlığının müsebbibi olan
mikrobun mahiyetini doğru teşhis etmek gerekir..! Yesevizâde bu mikrobun
doğduğu marazların fotoğraflarını çekmiş ve hepsinin altlarına adını yazmış…
Biz de gördük ki hastalıkları meydana getiren mikroplar “Ben Yahudi’yim diye”
adeta bağırıyorlar.
Fakat ne yazık ki; bir insan vücuduyla temsil ettiğimiz bu
dünya ölçülerinin ölçüsü olan “Kendini Bil” ölçüsünden kaçıyoruz. Erzurumlu
İbrahim hakkı hazretlerinin “zübde-i kainat” dediği insan nazarlarını ara sıra
da olsa kendi derununa bakmayı unutmuş, orijinal şahsiyetine yakışmayan bir
zevk-perestlik içinde aşağı kategorilere doğru yuvarlanmaya başlamış……
Hâlbuki hastalığın başlangıcı onu bu hale getiren fikir ve
ruh cephesindeki noksanlığındır. İdeoloji planında ki yanlışları ve
eksiklikleridir. Binaenaleyh işe “İdeoloji”den başlamak gerekmektedir. Çünkü
fikirlerin bu fikirlerden neşet eden fertsel, sosyal ve fiziksel tezahürlerin
ilk kaynağı ideolojidir. Ve bu tezahürlerde de İdeolojik yorumların çizgileri
mevcuttur.
Çağdaş toplumun bunalımı (………)
bir şeyler zikredelim
isterseniz. Günümüz insanı; 18. Yüz-yıl sonrası sanayi devrimi ile başlayan ve
her alana yayılan hızlı bir değişimin toplumsal ve ruhsal düzeyde yarattığı
bunalımlara, köklü bir rahatsızlığa düştüğü bir ortamda yaşamaktadır. Malumlarınız…
Sanayi devrimiyle birlikte ortaya çıkan bu hızlı teknolojik değişime, toplumsal
kurumlarda, örgütlenme biçimlerinde, kültürel yapıda ve bunlara bağlı olarak
değer sistemlerinde de temel düğümlere yol açmıştır. Ancak bu dönüşümlere koşul
olarak insanın doğa, diğer insanlar ve toplumla ilişkilerinde (……..) bunalım ve hatta mutsuzluk hali giderek önem
kazanmakta, maddi refahın tek başına yeterli olmayacağı düşüncesi
yaygınlaşmaktadır.
Bu çağdaş
bunalım, siyasi rejimler, gelişmişlik düzeyleri ve arasındaki kültürel
farklılıklar ne olursa olsun, değişik görünümler altında her toplumda varlığını
hissettirmektedirler……
Söz konusu
bunalımın ilk belirtilerinin ortaya çıkması ile birlikte, filozof, sosyolog ve
psikologlarla diğer bilim adamları sorunun özünü kavramaya çalışmışlar,
yapısal, felsefi ve tarihsel çözümlere girişmişler ve de bazı çözüm yolları
önermişlerdir “Bu düşünürlerden biri olan Durkheim’e göre bunalımın temelinde
“değer sistemlerinin ve toplumsal normların, insanların davranış ve isteklerini
yönlendirici ve belirleyici özelliğini yitirmesi “yatmaktadır. Max’a göre ise,
bunalımın metâ toplumun kapitalist sistem içerisinde hızla evrimleşmesiyle
değişim değerinin kullanım değeri üzerinde büyüyen bir egemenlik kurması ve
bunun sonucunda insanın ürününe, emeğine, topluma ve kendi varlığına
yabancılaşması, bunları kontrol etme gücünü yitirmesidir.”(1)
XVI. Löis,
üzerinde idam edileceği iskelenin merdivenlerinden çıkarken şöyle demiş
“Olayları beni bu akıbete sürükleyeceğini 10 yıldır gördüğüm hayallerde neden
bir türlü inanmak istemediğim, anlayamıyorum doğrusu…” Bugün dünyasında yaşayıp
ta bu sözü can ve gönülden benimseyecek olanlar parmakla sayılacak kadar
azdırlar. Onlarda etrafında olan-biten şeylerle ilgilenmedikleri için, geleceği
sezmeyenlerle olayların kendilerini akıbetlerine sürüklediğini bildikleri halde
kötümserlikten kurtulmak için teselli edici hüsnü kuruntulara iltifat etmeyen
kimselerdir. Fakat er-geç herkes bastığı yerin sağlam bir zemin olmadığını
sezecek böylelikle geçirmekte olduğumuz sarsıntıyı içten veya dıştan ilkönce
hissetmiş olan kimseleri ne zamandır gece-gündüz işgal eden problemi,
kavrayacak olgunluğa ermiş olacaktır. Bu problemi şöylece özetleyebiliriz:
Dünyamızın tutulduğu korkunç hastalık nedir. Bu hastalığa kurban giden
ülkelerde neler olmuştur?
Sebepsiz kuş
uçmayacağına göre elbette olayın tefsir ve izahına yarayacak sebepler
(nedenler) bulunacaktır. Lakin bunlar, tesadüf gibi ahmaklık ve kötülük gibi
şeylerden daha ağır basan sebepler (nedenler) olsa gerektir. Felâketin
azametini kavrayıp ta, beliren çatlaklıkların temele kadar dayandığını bir
tarafa bırakarak binlerce yıllık geçmişi olan bir kültürün varisi olduğunu
gittikçe artan bir şiddetle hissetmeden daha doğal bir şey olabilir miydi? Ve
bu varlığı tehlikeye düşmüş bir kültürdü… Artık bir nehir gibi durmadan akmakta
olan tarihin içinde belirli bir yerde durup olanı-biteni oradan gözlemeyi
öğrenmiş bulunuyoruz. Onun için olayların gerçek anlamlarıyla köklerin değişmez
değerleriyle birlikte değerlendirerek kendimize şu soruları yöneltebiliriz…
Neredeyiz?
Nereden geliyor, nereye gidiyoruz? Ne’yiz? Nereye gitmek istiyoruz, daha
doğrusu nereye gitmeliyiz?
Çevremizdeki mekân
büzüle büzüle ufalmış, üzerinde yaşadığımız kürenin bilinmez-ulaşılmaz bir
tarafı kalmamıştır bugün artık: ... Aynı zamanda tarihin zaman ölçüsü de iyice
kısaldığından geçmiş adeta “bugün” ile el ele vermiş bulunmakta… Bunun neticesi
olarak halen insanlık kendisini kapalı bir zincirin son halkası saymaktadır.
Geçirdiğimiz
sarsıntı, kendini yavaş yavaş hissettiren bir gerilmeden ibaret olsaydı tesiri
belki o kadar şiddetli duyulmazdı. Onun ekonomik nitelikte olanları dâhil-tarih
deki buhranların çoğunu andıran tarafı, hiçbir vakit erişilmemiş bir seviye
çıkıp, tam kendinizi emniyette hissettiğiniz sırada ansızın gerilmek zorunda
kalmışızdır. Bilmem hiç farkında mıyız?
Çağımızın son
iki yüzyıl içinde ekip-biçtiklerimize şöyle bir göz attığımızda şu envanter ve
bilanço ile karşı karşıya kaldığımızı göreceğiz…
Çağımızın
buhranı, Rönesans devriminden başlayıp 18 ve 19’ncu yüzyıl kültürel ve sosyal
bir gelişimin neticesidir. İç ve dış olguları şaşılacak kadar çok kaderimiz
üzerinde ki etkisi derin olan bu devrim olağanüstü nitelikte en önemli iki
olaylardan biri, “ Sosyal ihtilal diğeri ise,” ekonomik ihtilal’dir. Yeni
zamanların bütün fikir akımlarının kaynağını bu ihtilallerde aramak lazımdır.
Çağımızın bütün problemleri onlardan doğmuştur. Her iki ihtilalde, benzerine
tarih boyunca rastlayamayacağımız dev kargaşalara yol açmıştır. Dünyamızın
bugünkü şeklini veren onlardır. Bu itibarla onlarla ilgili problemleri kavram
niyetinde isek, ilkin ihtilal karşısındaki tutumumuzu inceleyip onun nasıl
meydana gelmiş olduğunu tespit etmemiz gerekir. Bunu yaparken söz konusu 200
yılın felakete götüren yolu tutmuş olduklarını bulabiliriz.
Esaslı suretle
bir-birine bağlı bu ihtilallerin ikisi de hümanizm, reform, rasyonalizm, endir düalizm,
liberalizm, yolu ile bizleri Rönesans devrinden, bugün ki batı kültürüne
ulaştırmış olan sosyolojik iklimin mahsulüdürler. İki ihtilallin paylaştıkları
bir özellik daha vardır ki oda, haklarında hüküm veren bugünün insanlarının
daima ifrat’a kaçmalarıdırlar…
Yaşadığımız
devre gelince; yüzyıl önce üstün zekâların ekmeğe başladığını bugün bizler
biçiyoruz… İşin ters tarafı şu ki; sözünü ettiğimiz ekim bir evvelkinin
yeşermesi ile aynı zamana rastlamakta bunun neticesi olarak ta yeşeren mahsul
arasında bir sürü yabani ot bulunmaktadır.
Gelecek ile
ilişkin “Döllenme” hayli zaman evvel başlamış bulunmaktadır. Halkın
işbirliğinden faydalanılarak bambaşka yollardan sessizce gelişmektedir.
Problemlerin
çıkışı ve temeli hakkında da kısa bir giriş yapalım isterseniz…
Aslında
problemlerin çıkışı ve temeli “rızkı vereni” tayin etmek, yani rızk
mülkiyetinin kime ait olduğunu bilip, teslim etmekte odaklaşır. İslâmi
yaklaşımla incelediğinde, bütün kaynakların Allah tarafından yaratıldığı ve
insanların emrine sunulduğu realitesi belirmekte…
“Allahın size
verdiği rızktan yiyin, için, fakat kötülük ederek yeryüzünü fesada vermeyin”
(2) “Birde fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onlara da size de
rızkı veren biziz. Muhakkak ki onları öldürmek çok büyük bir günahtır.” (3)
Kaynaklar
canlılar içinde ve hiçbir canlı bunların dışında değildir. İhtiyaç ve muhtaç
olma konusunda ekonomik kaynaklar açısından canlıları yaratan karşısındaki
tavırları bellidir. Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah’a ait olmasın”
(4) ve de Allah’ın yegâne Rezzak olduğu şu ayeti kelimeyle daha da açıklık
kazanır. “Size gökten ve yerden rızk verecek Allah’tan başka bir yaratıcımı
var? Ondan başka hiçbir ilah yoktur. O halde hangi yönden çevriliyorsunuz” (5)
Bu ayeti
kerimeler rızkın ve dolayısıyla geçim kaynaklarının hiçbir sınıfa zümre ve
şâhısa ait olmadığı, bütün yarattıkları için yaratıldığını ifade etmekte. Öyle
ki tebaraninin rivayet ettiği bir hadisi şerife göre “Allah asla rızkı kesmek
suretiyle kimseyi azaplandırmaz.”
Böylelikle
rızkın kaynağını, Allah’ın emrinden prensibini benimsemekle bu kaynağın
bütününe bir ferdin yahut bir sınıfın tahakkümünün de ortadan kalktığını
anlıyoruz.
Bizler bugün,
dünyada birçok problemle karşı-karşıya bulunmaktayız. Bu problemler, gerçekte
var olan problemler değildir. Belki insanların gerçek karşısında tutumlar
takınarak bizzat hakikate tecavüz etmelerinde mevcuttur. Problemlerimizde, bize
çözüm vadeden hakikate başvurduğumuz zaman sorunlarımız hallolur. Fakat esas
problem bizim bir sorun karşısında değişik tutumlar izlememiz de saklıdır.
Yanlış netice veren sorunu hatalı bir şekilde çözmeye çalışmamızdır…
Özgürlüğü,
mutluluğu ve daha güzel bir dünyanın sağlanması için insanlığın hedefi
değişiktir… Fakat her zaman kendileri için en iyisi geçme hususunda
anlaşmazlıklara düşmüşlerdir.
Şurası bir
gerçek ki; oldukça sıkıntılı bir çağ yaşıyoruz. Yaşamın anlamı kalmamış
insanlar gayesiz ve anlamsız davranışlarla ömür tüketmektedirler. Sanayi
toplumun insanı toprağa bağlı doğanın kucağında yaşayan insanın mutluluğunu bir
ütopya(hayal) olarak görüyor. Böyle bir mutlu yaşama düzeyinden söz edenler
romantizm ile suçlanıyorlar.
Dünya
insanlarının içinde bulundukları bu bunalımlı çağın “niçin?” bu çizgiye
geldiğini anlamak zorundayız bizler… Müslüman mademki, olaylara adını veren ve
koyan bir insandır, öyleyse içinde yaşadığı çağı bağrında yetiştiği toplumu iyi
tanıma iyi anlamak ve yargılamak zorundadır, yoksa adımlar havada kalır,
bilmeden, tanımadan peşin yargılarla, son derece hissi ve içten pazarlıklı “ahkâm”
kesen bir tip durumuna düşer ki, bu onun vahiy ile oluşan Müslüman kişiliğe
yakışmaz. Gerçekten böyle bir insan tipi Müslümanlık özellikleri olmaktan çok
çağımız yorumlayıp, düzen ve dünya görüşü teklif edenlerin en belirgin
özelliğidir.
Bu sebeplerdir
ki içinde yaşadığımız çağı barında yetiştirdiğimiz toplumu iyi anlamak,
algılayabilmek, yargılamak ve de anlatabilirsek eğer dile getirmek için aldık
kalemi elimize.
İlahi kader
okyanusu içinde yaşantısını sürdüren dünyamız “teknolojik çağı”nın köpüren
madde hâkimiyeti karşısında ciddi sarsıntılar geçirmektedir.
Ruhun eşsiz
cevherine ve İslâm’ın ebedi gerçeğine inanan insanların, çağdaş problemler
karşısında iyi niyetle yapıcı, yöneltici, bir zihniyetle özellikle insani bir
merhamet ve sorumluluk duygusu içinde problemlerini eğilmeleri tabidir…
Bu “inceleme”
tespit, tahlil, terkip ve hükümlerinde isabetli olabilmiş ise ne MUTLU…